‘MUHALEFET’ OLMAK
Abdurrahman Üzülmez

‘MUHALEFET’ OLMAK

Bu içerik 649 kez okundu.

Günlük politika yazmak istediğim bir şey değil. Günlük siyasetten bahsederken meseleyi geniş bir perspektiften de ortaya koyabilirsiniz; dar parti/mahalle taraftarlığı üzerinden de. Çeşitli vesilelerle arkadaşlarımla söz dönüp dolaşıp günlük politikaya gelince genellikle parti/mahalle taraftarlığının belirleyici olduğunu görüyorum. Sosyal medyada, hele hele koca koca titrlere sahip şahısların yer aldığı televizyon programlarında seviyenin bundan farklı olmadığı, hatta parti holiganlığının normalleştiği ve bu şekilde davranışın norm haline geldiği bir ülkede bu normal şüphesiz.

John Holloway’ın bir kitabının adı şöyledir: İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek (Çev. Pelin Siral, 4. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015) Holloway ‘iktidar olma’nın muhalefet olarak eleştirdiğimiz tahakkümcü pratikleri devralmak anlamına geldiğine dikkat çekmektedir. Bu ise dünyayı/ülkeyi istenilen yönde değiştirmenin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Dolaysıyla amaç dünyayı/ülkeyi istenilen yönde değiştirmekse, bu konuda üretilen söylem sırf retorik (yoksa ‘boş laf’ mı demeliydim?) değilse iktidarda olmaya gerek yok. Bir siyasi parti için bile. Tabi asıl amacınız siyasal ve ekonomik gücü kontrol etmek ve bunun üzerinden sağa sola rant dağıtmak ve eş dostla hep beraber bundan nemalanmak değilse.

Bu girişi muhalefetin siyasal ve toplumsal hayat üzerinde –olumlu veya olumsuz- anlamda iktidar gibi, hatta belki onun kadar etkili olduğunu anlatmak için yaptım. Çünkü Türkiye’de kiminle konuşsak kendi bulunduğu cenahtan savunma pozisyonu aldığını görebiliyoruz. Ama “bizim parti” o zaman diliminde iktidarda değildi ki. Bu özellikle 1950’den beri genellikle ana-muhalefet olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) veya onunla akraba partiler için geçerli. Ama yetmiş senedir CHP doğru dürüst iktidara gelip ülkeyi yönet(e)medi ki. Öyleyse bu dönemdeki gelişmelerden niye “biz” sorumu olalım ki? Daha doğrusu “bizim” sorumluluğumuz neden olsun ki? Biz muhalefetteydik, sorumluluk sahip olduğu mevki nedeniyle icraatlarıyla iktidarda olan parti ya da partilerdedir sadece. Bu sorumluluk iktidarın yaptığı icraatlardan dolayı değildir elbette, o konudaki sorumluluk sadece iktidar olan parti(ler)indir. Muhalefetin de sorumlu olduğu husus ise siyasi üslûp, olaylara yaklaşım ve savunduğu düşüncelerle ilgilidir. Muhalefetin sorumsuz olduğu inancı, çeşitli meselelerin yanlış anlaşılması ve değerlendirilmesine vesile olduğu gibi, genellikle meselelerin polemik düzeyini aşarak tartışılmasını da engellemektedir. Ama her konuda düz bile değil dümdüz mantığın geçerli olduğu Türkiye’de bunu kabul ettirmek kolay değil.

Her şeyden önce bir ülkede hangi partinin iktidarda olduğundan çok, o ülkedeki politik atmosferin daha önemli olduğunun idrakine varmalıyız. Mesela ister iktidarda olsun ister muhalefette, bir parti tutum ve söylemleriyle ülkede faşizan (aynı şekilde demokratik) bir ortamın oluşumuna katkı sağlayabilir, ki zaten faşizm/demokrasi bir atmosfer meselesidir. Bu atmosferin oluşumu/değişimi (güzelleştirilmesi ya da zehirlenmesi) üzerinde sadece iç gelişmeler değil, dıştaki gelişmeler de etki eder. Ama konumuz gereği dış gelişmeleri tartışmayacağız. Meselenin sadece diğer yüzüyle ilgileneceğiz.

İşte bahsedilen bu atmosferin oluşumunda sadece iktidar değil, muhalefet de etkilidir. Dolaysıyla onun sorumluluğu da diğeri kadar önemlidir. Türkiye’nin son yirmi-yirmi beş yılına bakalım. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında iktidara geldiğinde CHP’nin nasıl bir tutum içinde oldu? Gayet basit bir mantıkla iktidarı sıkıştırmaktan başka bir şey düşünmedi. Buna gayet doğal, başka ne yapacaktı ki diyebilirsiniz. Oysaki bir partinin sadece günübirlik gelişmelere göre değil, geleceğe dönük sağlam öngörülerle/projeksiyonlarla hareket etmesi gerekir. Nitekim bugünden bakınca 2000’li yıllarda CHP’nin tüm öngörülerinde yanıldığını görmemek mümkün değil.

Baştan itibaren Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile aynı paralelde politika yaparak AKP-karşıtlığı üzerinden MHP’yi kendi yanında tutabileceğini varsayan bir anlayışla hareket etti. Bu güya solda olan partinin kendisini milliyetçilik üzerinden ifade etmesine, bir başka tabirle milliyetçilik üzerinden muhalefet yaparak ortamın zehirlenmesine katkıda bulunduBugün ülkede siyasette hâkim hale gelen vatansever-vatan haini dikotomik söyleminin içinden konuşmayı normalleştirmeye hizmet etti. Ama o zamanlar vatan haini olarak yaftalanan, memleketi üç kuruşa satanlar iktidar karşıtları değil AKP’lilerdi. Bu söylemin evvelden beri Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu doğrudur da. Ama 2002’den sonra kendini “milliyetçi” olarak tanımlayan cenahla “ulusalcı” olarak tanımlayan cenahın bu konuda adeta birbiriyle yarıştığı bir mütearifedir. Bu yanılsama içinde iki tarafın AKP-karşıtlığı düzleminde kalacakları, MHP’nin saf değiştirebileceği hemen hiç düşünülmedi sanki. AKP gerekli üçte ikilik çoğunluğu sağlayarak anayasayı değiştiremeyecekti ne de olsa. O zaman yapılması gereken belli. Saldır. Mesela gerekiyorsa iş birliği yapmak. Aklından bile geçirme.

Bu şekilde bir tarz-ı hareketin getirdiği doğal bir sonucu da dikkatten kaçırmayalım. Güya “cumhuriyeti korumak” söyleminin cazibesine kapılarak 12 Eylül Anayasası’nın müdafii durumuna düşmek. Bu durum partinin konumunu yıllarca gericiliğe sabitledi.

Oysaki muhalefetin gücü karşıtlık üretmesinden çok işbirliği yapma kapasitesinden gelir. Şöyle düşününüz. 2002’den beri CHP’nin armudun sapı üzümün çöpü demeden, nerede taviz vereceğini, nerede taviz isteyeceğini müdrik bir şekilde hareket etseydi nasıl olurdu? Mesela bugün başkanlık sistemi olur muydu? Ya da olsa bile bu şekilde mi olurdu? Şüphesiz farklı olurdu. Ve bugün en azından ülkedeki siyasal atmosfer ve hukuk düzeni bu kadar kötü olmazdı herhalde. Gene “türban” ya da “başörtüsü” meselesine yaklaşımı 12 Eylül’den sonra askerlerin çizdiği perspektifi vatan millet (daha doğrusu laikliği savunmak) meselesiymiş gibi sunmasa nasıl olurdu? Kıyafet özgürlüğü perspektifi ile bugün kabullenilen anlayış yıllar önceden benimseseydi nasıl olurdu?

Anayasa mahkemesi dâhil yargı ve ordunun CHP ile aynı düzlemde olması CHP’ye gereksiz bir özgüven verdi. Uzun vadeli düşünmek yerine günübirlik menfaatlerin peşinden gidildiğinden bu koşulların değişebileceğini aklına dahi getirmedi. Hele hele AKP hakkında kapatma davasının açılması (2008) bu atmosferi fazlasıyla zehirledi. Baştan beri beraber olmakla birlikte AKP’nin –her birey ya da cemiyetin ilk amacı varlığını korumak olduğundan- malum cemaatle beraber hareket etmesini zorunlu kıldı. (Nitekim sonradan Fetöcü olduğu söylenen üyenin o bir oyu sayesinde parti kapatılamadı.) Gerek bu ve gerekse Ergenekon davaları gibi gelişmelerin ülkedeki hukuk düzeni ve siyasal atmosferin gelişimine etkisini anlatmaya gerek yok sanırım. Ama CHP’nin popülizmin cazibesine kapılarak 2016 yılında milletvekillerinin dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vermesi affedilir bir hata değil. Arkasından ne facialar getirdiğini anlatmaya gerek yok. Bu nasıl bir öngörüsüzlük ile hareket edildiğinin en güzel ispatı. Sadece kendi milletvekilleri Enis Berberoğlu’nun başına gelenler değil, başta Selahattin Demirtaş olmak üzere diğer milletvekilliği düşürülen milletvekillerine yapılan eziyet ve hatta bazılarının hapse tıkılması hepsi bu öngörüsüzlüğün sonucu. 17.03. 2021 tarihinde Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü. Son olarak ise Can Atalay’ın. (30.01.2024)

Gene siyasal atmosferi değiştiren en önemli olaylardan biri de şüphesiz 15 Temmuz hadisesidir. CHP o gece sessiz kalarak bu olayın Erdoğan’ın hanesine yazılmasını, kendilerinin hiçbir payı olmadığını baştan kabullenerek büyük bir hata yaptı. Oysaki mümkünse partinin genel başkanı veya başka bir yetkili televizyonlara çıkıp halkı sokağa davet ederek Erdoğan’ın hadiseyi tek başına sahiplenmesini engellenebilirdi. Tabi daha sonra da hadisenin tanımlanmasında da söz hakkı elde edilebilirdi. Oysaki bu olaya karşı –gene günübirlik menfaatlerin dar çerçevesinden baktıklarından- Erdoğan’ın işine yarar diye gene karşıtlık üzerinden, daha doğrusu hadiseyi önemsizleştirilen bir yaklaşım benimsendi. Bu da –bir siyasi parti olarak desteğini almaya çalışması gereken- 15 Temmuz’a aktif destek veren kesimlere yabancılaşmaktan başka bir şeye yaramadı.

Gene kendini solda tanımlayan bir partinin Suriyeliler üzerinden mülteci düşmanlığını körüklemesi, son günlerde yeniden gündeme gelen “Andımız”ın kaldırılması meselsinde de gene milliyetçilik üzerinden –bugün artık çok utangaç bir şekilde olsa da- muhalefet yapması da önemli. Herhalde bu şekilde banal milliyetçilik yaparak Suriyelilere ve sair mültecilere düşmanca bakışın meşrulaştırılması, toplumu ve siyasal atmosferi zehirlemeye katkıda bulunmak solculukla uyumlu değil. İnsanî değerlerle hiç uyumlu değil.

Tekrar başa dönelim. En azından 1980’lerden beri Türkiye’deki siyasi atmosferin belirlenmesinde en etkili parti sizce hangisi? Bence MHP. İroniye bakın ki 1980’lerde partiler kapatıldıktan sonra Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP) kendini feshetmesine kadar (1993) geçen sürede bu adla bir parti yoktu ortada. Bu partinin 1990’ların sonundaki koalisyon hükümetinde yer alması bir tarafa bırakılırsa iktidara gelemedi. Peki politik atmosferin oluşumunda niçin bu kadar etkili? Çünkü milliyetçilik üzerinden toplumları güdülemek kolay. Daha önemlisi insanlar ‘vatan haini’ olarak yaftalanmak istemiyorlar. Sadece bu mu? Hayır. Dikkat edin bu parti iktidarda olmasa da bir şekilde genellikle iktidarla birlikte hareket ediyor. Bir başka tabirle iktidarla işbirliği yapıyor. Partinin siyasal atmosferi belirlemesine hizmet eden gücü de büyük ölçüde buradan geliyor.

Bazıları şunu söyleyebilir. Şu anda her şey olup bittikten sonra bunları söylemek, akıl vermek kolay. Evet öyledir. Ancak daha baştan benzer düşünceleri dile getiren olmadı mı? Ayrıca yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir siyasi partinin geleceğe yönelik gerçekçi ve sağlam öngörülere/projeksiyonlara sahip olması gerekir. Günübirlik kaygılarla hareket ederek başarı (bununla ilgili ölçünüz her neyse artık) mümkün olamaz.

Sonuç olarak, bir ülkenin geleceğine yön vermek için iktidar olmak şart değil. Muhalefet de önemli katkılar sunabilir. Bunu yapmak için iktidara gelmeyi beklemesine gerek yok. Kaldı ki belki hiçbir zaman (cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimini kazanarak) iktidar olamayacaktır. Ama bu çok da önemli değildir. Yeter ki -iktidarda ya da muhalefette olsun farketmez- o an geldiğinde fırsatları değerlendirmeyi bilsin.

AKP bugün de Anayasayı değiştirmek istiyor. 10-15 sene önce AKP’nin iktidar olarak Anayasayı değiştirme tekliflerinin (diğer partilere, en başta CHP’ye) sunduğu fırsatlar mı cazipti? Yoksa bugünkü koşullar mı?

Tahmininiz?

Not. Bu yazıyı Kasım 2020’de yazmıştım. Küçük düzeltmeler ve bir iki cümle eklemek dışında bir değişiklik yapmadım. Zamanında müteveffa Çetin Altan bazen eskiden yayınladığı yazıları yeniden yayınlar ve bunu yapısal sorunların sürekliliğini göstermek için fırsata çevirirdi. Ben de bu yazıyı bugün yeniden okuyunca hâlâ güncelliğini koruduğunu gördüğüm için yayınlamayı uygun gördüm. Gerçi bugün yazsaydım bazı şeyleri daha incelikli ifade etmek yanında, es geçtiğim bazı hususlara da değinirdim belki. Ama bu kadarı da yeterlidir diye umuyorum.

Yorum Yap
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Çin’de çölleşmiş 32 milyon hektar alan ormana dönüştürüldü
Çin’de çölleşmiş 32 milyon hektar alan ormana dönüştürüldü
426 bin 915 öğretmen ilk yardım eğitimi aldı
426 bin 915 öğretmen ilk yardım eğitimi aldı